Bölüm 1: Gölgelerin Ardında

9 dakika okuma
1,710 kelime
Ücretsiz Bölüm

Tapınağın taş zemini, Sylas Morvaen’in sırtına batan soğuk bir bıçak gibiydi. Hava, küf ve yanmış et kokusuyla ağırlaşmıştı. Gözlerini açtığında, karanlık ona bir battaniye gibi sarılmıştı, ama bu tanıdık bir karanlık değildi. Gölgeler, bir zamanlar onun iradesine boyun eğerdi; şimdi ise ona sırtlarını dönmüş, fısıldaşarak uzaklaşıyorlardı.
Sylas yavaşça doğruldu. Kolları, sanki bir asırdır uyuyormuş gibi titriyordu. Etrafına baktı: Çatlamış sütunlar, yer yer çökmüş bir tavan ve zeminde kurumuş, siyahlaşmış kan izleri. Burası bir tapınaktı, evet, ama hangi tanrıya adanmıştı? Hafızası bir sis perdesinin ardında kaybolmuştu. Tek hatırladığı, alevlerin yuttuğu bir şehir, çığlıklar ve… bir çift korku dolu göz. Küçük bir kızın gözleri.
Elbisesinin yırtık kumaşına dokundu. Siyah deri zırhı, bir zamanlar suikastçı loncasının gururuydu; şimdi ise çentiklerle doluydu. Sol kolunda, Gölge Rünü’nün olması gereken yerde, deri derin bir yara iziyle kavrulmuştu. Rün mühürlenmişti. Kalbi, bu düşünceyle bir an duraksadı. Bir Umbrael için Gölge Rünü, nefes kadar hayatiydi. O olmadan, gölgelerle dans edemez, onların gücünü çağırıp bıçağına yönlendiremezdi. O olmadan, Sylas Morvaen kimdi?
Ayağa kalkarken dizleri titredi, ama düşmedi. Tapınağın uzak köşesinden bir ses geldi: hafif, ürkek bir hışırtı. Bıçağını çekmek için elini beline attı, ama kın boştu. Lanet olsun. Gözlerini kısarak karanlığa baktı. Gölgeler, bir an için şekillendi, sonra dağıldı. Orada biri vardı.
“Kimsin?” Sesi, kendi kulaklarına bile yabancı geldi. Kuru, çatlamış, sanki yıllardır konuşmamış gibi.
Cevap yerine, bir taş yuvarlandı. Sylas, içgüdüsel olarak duvara yaslandı, gölgelerin onu saklamasını umarak. Ama gölgeler, ona itaat etmeyi reddediyordu. Kalbi hızlandı. Bir Umbrael, gölgeler olmadan çıplaktı.
Hışırtı yaklaştı. Tapınağın merkezindeki kırık sunaktan sızan soluk ay ışığında, bir siluet belirdi. Küçük, narin, titreyen bir siluet. Bir kız çocuğu. Sylas’ın nefesi kesildi. Hafızasında bir anı parladı: yanan bir sokak, kucağında bir kız, “Beni öldürme,” diye fısıldayan bir ses. Ama bu kız, o kız değildi. Bu kızın saçları, ay ışığında gümüş gibi parlıyordu, ve ellerinde tuttuğu şey bir hançer değil, titreyen bir asa idi.
“Sen… sen o musun?” Kızın sesi, korku ve umut arasında bir yerlerdeydi. Sylas, kaşlarını çattı. Kızın yüzü, toz ve çamurla kaplıydı, ama gözleri… gözleri, bir Aetherian’a özgü mavi bir parıltıyla yanıyordu. Gök büyüsü. Sylas’ın içgüdüleri, ona bu kızı öldürmesini söylüyordu. Aetherianlar, Umbrael’in düşmanlarıydı. Ama elleri, hareketsiz kaldı.
“Kimsin?” diye tekrarladı, bu sefer sesinde bir tehdit tınısı vardı.
Kız, asasını daha sıkı kavradı, ama elleri titriyordu. “Lirian,” dedi, sesi neredeyse bir fısıltıydı. “Lirian Aelune. Akademiden… kaçtım.” Duraksadı, sonra ekledi, “Seni arıyordum.”
Sylas’ın kaşları havaya kalktı. “Beni mi arıyordun? Neden?”
Lirian, bir an yere baktı, sonra cesaretini topladı. “Çünkü sen… sen Gölge Büyücüsü’sün. Ölümsüz Suikastçı. Umbrythar’ın laneti.” Sözcükler, bir efsane gibi dökülüyordu ağzından, ama Sylas’ın midesi bulandı. Ölümsüz Suikastçı mı? O bir katildi, evet, ama lanet? Umbrythar’ın, kendi halkının şehri, onun için sadece bir hatıraydı. Yıkılmış, terk edilmiş bir hatıra.
“Yanılıyorsun,” dedi Sylas, sesi sertti. “Ben kimse değilim. Ve sen, buradan gitmelisin.”
Lirian, bir adım attı, ama Sylas elini kaldırdı. “Dur.”
Kız durdu, ama gözlerinde bir inat parlıyordu. “Gitmeyeceğim,” dedi. “Seni bulmam gerekiyordu. Akademide… onlar senin peşinde. Aetherion Spire, seni istiyor. Ölü ya da diri.”
Sylas’ın kanı dondu. Aetherion Spire. Gök aristokratlarının kuleleri. Onların adını duymak bile, içinde bir öfke uyandırıyordu. Ama neden onu istiyorlardı? Hafızası, bir bataklık gibiydi; ne kadar derine dalsa, o kadar kayboluyordu.
“Neden?” diye sordu, sesi alçak ama keskin.
Lirian, dudaklarını ısırdı. “Bilmiyorum. Ama… bir şeyden bahsediyorlardı. Yasaklı Bilgelik’ten. Senin onu taşıdığını söylüyorlar.”
Sylas, bir an duraksadı. Yasaklı Bilgelik. Bu kelimeler, içinde bir yankı uyandırdı, ama ne olduğunu hatırlayamıyordu. Gölge Rünü mühürlenmişti, hafızası parçalanmıştı, ve şimdi bu Aetherian kızı, ona bilmediği bir yükten bahsediyordu. Öfkesi kabardı.
“Git,” dedi, bu sefer sesinde bir gölge gibi bir ağırlık vardı. “Sana son kez söylüyorum.”
Lirian, bir an tereddüt etti, sonra asasını indirdi. “Gitmeyeceğim,” dedi, sesi titriyordu ama kararlıydı. “Çünkü sen… sen benim son umudumsun.”
Sylas, ona bakarken bir an dondu. Kızın gözlerinde, korkudan daha fazlası vardı. Umutsuzluk, çaresizlik, ve… tanıdık bir şey. O küçük kızın gözleri, yanan şehirde ona yalvaran gözler, bir an için Lirian’ın yüzünde canlandı. Ama bu kız, o kız değildi. Olamazdı.
Tapınağın dışından bir ses yankılandı: ağır botların taş zemine sürtünmesi. Sylas, anında döndü, gölgelerin içinde kaybolmayı denedi, ama yine başarısız oldu. Lanet olsun. Gölgeler, onu terk etmişti.
“Onlar,” dedi Lirian, sesi panikle doluydu. “Aetherion’un askerleri. Bizi buldular.”
Sylas, dişlerini sıktı. Silahsız, rünsüz, ve hafızasız. Ama bir Umbrael, asla teslim olmazdı. Gözleri, tapınağın karanlık köşelerine kaydı. Orada, kırık bir sütunun gölgesinde, paslanmış bir hançer yatıyordu. Yavaşça eğildi, hançeri aldı. Ağırlığı, elinde tanıdık hissettirdi.
“Arkamda kal,” dedi Lirian’a, sesi soğuk ama kararlıydı.
Kız, bir an şaşkınlıkla ona baktı, sonra başını salladı. Asasını kaldırdı, parmakları hâlâ titriyordu, ama gözlerinde bir kıvılcım belirdi. Sylas, ona bakarken bir an duraksadı. Bu kız, bir Aetherian’dı. Düşmanıydı. Ama o an, sadece korkmuş bir çocuktu.
Tapınağın kapısı, bir patlamayla açıldı. Ay ışığı, zırhlı siluetleri ortaya çıkardı. Aetherion askerleri, gök büyüsünün mavi parıltısıyla çevriliydi. Öndeki asker, kılıcını kaldırdı, sesi metalik bir yankıyla doldu. “Gölge Büyücüsü! Teslim ol, ya da öl!”
Sylas, hançeri daha sıkı kavradı. Gölgeler, ona sırtlarını dönmüştü. Rünü mühürlenmişti. Ama içinde, bir şey kıpırdandı. Öfke, belki. Ya da daha derin, daha karanlık bir şey. Gözleri, askerlere kilitlendi.
“Önce siz ölün,” dedi, ve karanlığa doğru bir adım attı.
Askerlerin kılıçları, mavi bir parıltıyla havayı yardı. Lirian, bir çığlık attı, asasından zayıf bir ışık fırladı, ama Sylas çoktan hareket etmişti. Hançeri, bir dansçı gibi savurdu, ilk askerin zırhının eklem yerini buldu. Kan, taş zemine sıçradı. Ama diğer askerler, ona doğru kapanıyordu. Gök büyüsü, havayı ısıttı, bir mızrak gibi üzerine geldi.
Sylas, yana yuvarlandı, ama büyü, omzunu sıyırdı. Acı, bir alev gibi yayıldı. Dişlerini sıktı, Lirian’a bir bakış attı. Kız, sunakta saklanmaya çalışıyordu, ama bir asker ona doğru ilerliyordu. Sylas, içgüdüsel olarak fırladı, hançerini askerin sırtına sapladı. Ama bu, ona pahalıya patladı. Bir başka askerin kılıcı, göğsüne doğru savruldu.
O an, bir şey kırıldı. İçinde, derinlerde, bir fısıltı yükseldi. Gölgeler, bir an için ona geri döndü. Vücudu, kendi iradesi dışında hareket etti, kılıç darbesinden kıl payı sıyrıldı. Ama bu, sadece bir anlıktı. Gölgeler, yine çekildi. Nefes nefese dizlerinin üzerine çöktü.
“Bu kadar mı?” dedi öndeki asker, kılıcını kaldırarak. “Gölge Büyücüsü, bu kadar zayıf mı?”
Sylas, ona bakarken gözlerinde bir ateş parladı. Zayıf mı? Hayır. O, Sylas Morvaen’di. Umbrael’di. Ve gölgeler, belki onu terk etmişti, ama o, gölgeleri terk etmemişti.
Lirian, aniden sunaktan fırladı, asasından bir ışık patlaması gönderdi. Zayıf, ama askerin dikkatini dağıtmaya yetti. Sylas, bu fırsatı yakaladı, hançerini askerin boğazına sapladı. Kan, yüzüne sıçradı, ama o, durmadı. Diğer askerler, şaşkınlıkla geri çekildi.
“Kaç!” diye bağırdı Lirian’a, ama kız, onun yanında durdu, asasını sıkıca tutarak.
“Birlikte,” dedi, sesi titriyordu ama gözleri kararlıydı.
Sylas, bir an ona baktı, sonra başını salladı. Tapınağın arka çıkışına doğru koştular, ama askerlerin bağrışmaları peşlerini bırakmadı. Karanlık, onları yuttu, ama Sylas’ın içinde bir soru yankılanıyordu: Bu kız, neden ona güveniyordu? Ve o, neden bu kızı koruyordu?
Dışarıda, Ley Çatlağı Vadisi’nin rüzgarı, yüzlerini yaladı. Mana hatlarının titreşimi, havayı ağırlaştırmıştı. Sylas, hançerini hâlâ elinde tutuyordu, ama göğsündeki yara, her nefeste daha çok acıyordu. Lirian, ona destek olmak için koluna tutundu, ama kendi bacakları da titriyordu.
Arkadaki askerlerin sesleri, yaklaşıyordu. Sylas, vadinin karanlık uçurumuna baktı. Gölgeler, orada daha yoğundu. Belki… belki hâlâ bir şansları vardı.
Lirian’ın elini sıkıca tuttu, ve karanlığa doğru bir adım attı.

Yorumlar

(0)

Bölüm Nasıldı?

0 yanıt
Beğenim
0
Sinir Bozucu
0
Mükemmel
0
Şaşırtıcı
0
Sakin Olmalıyım
0
Bölüm Bitti
0

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!