Bölüm 3: Kanın Şifresi
Gizli Bıçağın Kanı – Bölüm 3: Kanın Şifresi
Kyongseong, neon ışıklarının bir tapınağa dönüştüğü, gölgelerin sırlarla dans ettiği bir şehirdi. Gökyüzü, gri bir sisle örtülüydü, sanki şehir kendi karanlık geçmişini gizlemeye çalışıyordu. Wei Lian, Kyongseong Polis Teşkilatı’nın adli tıp laboratuvarında, floresan ışıkların soğuk gölgesinde duruyordu. Sol bileğindeki kırmızı taşlı bileklik, Kan Qi’sinin nabzıyla titreşiyordu, bir metronom gibi zamanı sayıyordu. Zihninde, tapınak bölgesindeki kadının son sözleri yankılanıyordu: Ejderha uyanıyor, gölge avcısı. Ve sen, onun ateşinde yanacaksın. Bu sözler, bir kehanetin parçaları gibiydi, çözülmesi gereken bir şifre.
Masanın üzerinde, yeni bir dosya duruyordu, kâğıtlar kan kokusu taşıyor gibiydi. Sabahın ilk ışıklarıyla, Kyongseong’un liman bölgesinde bir ceset bulunmuştu. Wei Lian, dosyayı açtı ve fotoğraflara göz attı: bir adam, kırklı yaşlarında, limanın rıhtımında, paslı konteynerlerin arasında yatıyordu. Boğazı, önceki cinayetlerdeki gibi kesilmişti—bıçak izi yok, kanı sanki bir güç tarafından emilmiş gibi donmuştu. Ama bu kez, cesedin göğsüne kırmızı mürekkeple bir sembol çizilmişti: Kızıl Tarikat’ın ejderhası, kuyruğunda “gölge” hanzi’siyle. Ancak, sembolün yanında başka bir detay vardı: küçük, neredeyse görünmez bir hanzi, “kan” anlamına gelen bir işaret. Wei Lian’ın parmakları, dosyayı tutarken istemsizce sıkıldı. Bu, bir bulmacanın yeni bir parçasıydı.
Hye-jin, laboratuvarın kapısında belirdi, gözlerinde bir dedektifin yanan merakı. “Yine o sembol,” dedi, sesi bir kâşifin kararlılığıyla. “Ama bu ‘kan’ hanzi’si… sanki biri bizimle konuşuyor, Wei. Bu cinayetler, bir mesaj.” Gözleri, Wei Lian’a kilitlendi, sanki onun ruhunun derinliklerinde bir sırrı arıyordu. “Sen ne düşünüyorsun?”
Wei Lian, bakışlarını ekrandaki kan örneğine çevirdi, sakinliğini bir maske gibi korudu. “Bu semboller, bir ritüeli işaret ediyor olabilir,” dedi, kelimeleri bir bilmecenin ipuçları gibi dikkatlice seçerek. “Ama kime hitap ediyor, henüz bilmiyoruz.” Gerçek, onun damarlarında akıyordu: Kan Qi’sinin izleri, bu cinayetin bir Kutsayıcı tarafından işlendiğini haykırıyordu. Ve Gölge Kodu, Wei Lian’ı bu avın peşine düşmeye zorluyordu.
Hye-jin, kollarını göğsünde kavuşturdu, kaşları çatık. “Bu adam, Lee Joon-ho. Liman bölgesinde bir nakliye patronu. Kirli işler, kara para… ama bu cinayet, diğerleriyle aynı. Çok temiz. Ve o ‘kan’ hanzi’si…” Sesi, bir şifreyi çözmeye bir adım kala kesildi. “Kızıl Tarikat, Wei. Onlar gerçek. Ve bu cinayetler, onların oyunu.”
Wei Lian’ın kalbi bir an için durdu. Hye-jin, çok yaklaşıyordu—hem Kızıl Tarikat’a hem de onun sırrına. “Kızıl Tarikat, bir efsane olabilir,” dedi, sesi sakin ama içinde bir fırtına. “Ama bu hanzi’ler, daha derin bir anlama işaret ediyor.” Eğildi, dosyadaki fotoğrafları inceledi. “Kan” hanzi’si, ejderhanın kuyruğunda bir damla gibi duruyordu, sanki Kan Qi’sinin özünü çağırıyordu. Bu, sadece bir cinayet değildi; bir davetiyeydi. Ama kime?
“Rıhtıma gidiyoruz,” dedi Hye-jin, ceketini alırken. “Sen de geliyorsun, Wei. Bu sembollerin ne anlama geldiğini bulmalıyız.” Sesi, bir avcının kararlılığıyla doluydu, ama Wei Lian, onun gözlerindeki şüpheyi fark etti. Hye-jin, bir şeylerden şüpheleniyordu—belki de ondan.
Kyongseong, Liman Bölgesi – Öğleden Sonra
Liman bölgesi, Kyongseong’un çelik ve tuz kokan kalbiydi. Rıhtımlar, paslı konteynerlerin ve dalgaların ritmiyle yaşıyordu; her dalga, şehrin sırlarını fısıldıyordu. Wei Lian, polis kordonunun ardında duruyordu, Kan Qi’si çevrede bir titreşim algılıyordu. Ceset, bir konteynerin gölgesinde yatıyordu; Lee Joon-ho’nun boğazındaki kesik, bir sanat eserinin hassasiyetiyle yapılmıştı. Göğsündeki ejderha sembolü, kırmızı mürekkeple parlıyordu, “kan” hanzi’si bir damla gibi göze çarpıyordu.
Hye-jin, yanına yaklaştı, not defteri elinde. “Bu semboller, bir kod gibi,” dedi, sesinde bir bulmacayı çözme heyecanı. “Ama neden liman? Neden bu adam?” Gözleri, Wei Lian’a kaydı, sanki onun sakin yüzeyinin altında bir şey arıyordu.
Wei Lian, eğildi, sembolün kenarlarını inceledi. Mürekkep, hâlâ taze gibiydi, sanki kanla yazılmışçasına. Kan Qi’si, bu işareti gördüğünde titredi; bu, bir Kutsayıcı’nın işiydi, ama daha derinde bir anlam saklıydı. “Bu semboller, bir mesaj,” dedi Wei Lian, sesi bir bilmecenin ipucu gibi. “Ama mesajın kime olduğu, henüz bir sır.” Zihninde, Baek Ryu’nun adı bir gölge gibi belirdi. Kızıl Tarikat, bir ağ örüyordu, ve Wei Lian, bu ağın merkezine doğru çekiliyordu.
“Numune alıyorum,” dedi, eldivenli elleriyle sembolden bir örnek toplarken. Ama içindeki avcı, başka bir plan örüyordu. Bu gece, limana geri dönecekti—gölgelerde, Kan Qi’sinin rehberliğinde. Kızıl Tarikat’ın izi, artık bir ipucu değil, bir kovalamacaydı.
Kyongseong’un liman bölgesi, neon çağının paslı kalbiydi; konteynerlerin gölgeleri, dalgaların tuzlu fısıltılarıyla dans ediyordu. Gece, rıhtımı bir sis perdesiyle örtmüştü; ay ışığı, çelik yüzeylerde kırılarak kırmızı bir parıltıya dönüşüyordu, sanki kanla lekelenmiş bir ayna gibi. Wei Lian, siyah kapüşonlu ceketinin gölgesinde, bir hayalet gibi konteynerlerin arasında süzülüyordu. Sol bileğindeki kırmızı taşlı bileklik, Kan Qi’sinin ritmiyle nabız atıyordu, bir şifrenin çözülmesini bekleyen bir saat gibi. Kehribar gözleri, karanlığı tararken, zihninde gün boyu bulduğu ipuçları dönüyordu: Lee Joon-ho’nun keskin boğazı, Kunioned ejderha sembolü ve o gizemli “kan” hanzi’si. Bu, bir cinayetten fazlasıydı; bir bulmacanın parçası, bir kehanetin başlangıcıydı.
Wei Lian, cesedin bulunduğu konteynerin yakınına yaklaştı. Hava, Kan Qi’sinin titreşimiyle doluydu; bir Kutsayıcı’nın varlığı, gölgelerde saklanıyordu. Parmakları, ceketinin iç cebinde saklı küçük bıçağa uzandı; Kan Qi’si, bıçağın kenarından kırmızı iplikler gibi fışkırmaya hazırdı. Bu gece, Gölge Kodu’nun emriyle avcıydı. Ve av, bir gölgenin fısıltısı gibi yakındı.
Birden, konteynerlerin arasında bir hareket yakaladı. Kırmızı bir pelerin, rıhtımın sisli gölgelerinde kayboldu, bir an için neon ışıkta parlayıp kaybolan bir hayalet gibi. Wei Lian’ın kalbi hızlandı; Kan Qi’si, damarlarında bir fırtına gibi yükseldi. Sessizce yaklaştı, adımları bir avcının zarafetiyle. Ama tam konteynerin köşesini döndüğünde, bir tıslama havayı yırttı. Bir gölge, karanlıktan fırladı; elinde parlayan bir hançer, Kızıl Tarikat’ın ejderha motifli sapıyla. Hançer, Wei Lian’ın göğsüne doğru savruldu. Bir anlık refleksle geri çekildi; Kan iplikleri, havada bir kalkan gibi örüldü, hançeri saptırarak çeliğe çarptı. Kıvılcımlar, limanın tuzlu havasında bir an parladı.
“Gölge avcısı,” diye bir ses yankılandı, soğuk ve keskin, bir şifrenin çözülmemiş parçası gibi. Pelerinli figür, konteynerin gölgesinden çıktı; kapüşon, yüzünü hâlâ gizliyordu, ama ellerinde iki hançer parlıyordu, her biri Kızıl Tarikat’ın mührünü taşıyordu. “Bizi bulman kaderindi. Ama bu, son hamlen olacak.”
Wei Lian, gözlerini kıstı; Kan iplikleri, parmaklarında bir ağ gibi dans ediyordu. “Lee Joon-ho’yu sen mi öldürdün?” diye sordu, sesi bir celladın sakinliğiyle. Ama zihninde, başka bir soru dönüyordu: Baek Ryu, bu gölgenin ardında mı saklanıyor?
Figür, alaycı bir kahkaha attı, sesi rıhtımın dalgalarında yankılandı. “Joon-ho, bir piyondu. Tarikat, piyonları feda eder. Ama sen…” Kapüşon hafifçe kaydı, bir adamın soluk yüzü ortaya çıktı; gözleri, kırmızı bir parıltıyla yanıyordu, sanki Kan Qi’si onun ruhunu yutmuştu. “Sen, onların en büyük günahısın.” Adam, hançerlerini savurdu; Kan Qi’si, havada kırmızı bir sis olarak yükseldi, iplikleri bir ağ gibi yayarak Wei Lian’ı sarmaya çalıştı.
Wei Lian, bir sıçrayışla geri çekildi; Kan iplikleri, bir yılan gibi rakibinin sisine saldırdı. Rıhtım, bir savaş tapınağına dönüştü; kırmızı iplikler ve sis, konteynerlerin çelik yüzeylerinde dans ederken, dalgalar Kan Qi’sinin titreşimiyle sarsılıyordu. Adam hızlıydı, ama Wei Lian bir avcıydı. İplikleri, adamın bileklerine dolandı, onu bir an için sabitledi. Ama adam, bir çığlıkla Kan Qi’sini patlattı; kırmızı sis, iplikleri dağıttı ve Wei Lian’ı bir konteynere savurdu.
Çarpmanın etkisiyle nefesi kesilirken, Wei Lian’ın gözleri adamın eldivenindeki bir detaya takıldı: kırmızı bir ejderha, ama içinde küçük bir hanzi—“kan”. Cesedin yanındaki sembolle aynıydı. Bu, bir tesadüf olamazdı. “Baek Ryu kim?” diye sordu Wei Lian, nefes nefese, ipliklerini yeniden çağırırken.
Adam sırıttı, dişleri kanla lekeli. “Baek Ryu, kanın efendisi. Senin lanetini biliyor, gölge avcısı. Ve o, seni avlayacak.” Sözleri, bir kehanetin yankısı gibi rıhtımda yankılandı. Ama tam Wei Lian ipliklerini savuracakken, bir siren sesi geceyi yırttı. Polis ışıkları, limanın girişinde belirdi. Hye-jin’in ekibi, yine çok yakındı.
Adam, gölgelerde kaybolurken son bir fısıltı bıraktı: “Kan çağırıyor, gölge avcısı. Ve Baek Ryu, onun sesini duyuyor.” Wei Lian, dişlerini sıktı; Kan Qi’si, damarlarında çıldırıyordu, onu daha fazla kana çağırıyordu. Ama sirenler yaklaşıyordu. İpliklerini geri çekti, bir konteynerin gölgesine sıçradı ve karanlığa karıştı. Ancak zihninde, adamın eldivenindeki “kan” hanzi’si bir şifre gibi parlıyordu. Kızıl Tarikat, bir tarikat değil, bir labirentti. Ve Wei Lian, onun kalbine doğru çekiliyordu.
Bölüm Sonu
Yorumlar
(0)Bölüm Nasıldı?
Yorum yapmak için lütfen giriş yapın.
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!