Bölüm 6: Gölgelerin İzi

9 dakika okuma
1,799 kelime
Ücretsiz Bölüm

Kyongseong’un neon ışıkları, sabahın gri sisiyle solgunlaşmıştı. Şehir, uyanırken bile uykusuz bir kâbus gibiydi; sokaklar, yağmurun bıraktığı nemle parlıyordu. Wei Lian, Kyongseong Polis Teşkilatı’nın adli tıp laboratuvarında, floresan ışıkların altında duruyordu. Sol bileğindeki kırmızı taşlı bileklik, Kan Qi’sinin hafif titreşimiyle nabız atıyordu. Zihninde, metro tünellerindeki Kutsayıcı’nın son sözleri yankılanıyordu: Lanet seni bulacak, gölge avcısı. Ve Baek Ryu, onun zincirini tutuyor. Bu sözler, Wei Lian’ın geçmişini bir hançer gibi deşiyordu—çocukluğunda alevler içinde kaybolan ailesi, Kızıl Tarikat’ın gölgesi ve Kan Qi’sinin laneti.

Masanın üzerinde, yeni bir dosya duruyordu. Gün doğmadan, Kyongseong’un terk edilmiş bir fabrika bölgesinde bir ceset bulunmuştu. Wei Lian, dosyayı açtı ve fotoğraflara baktı: bir adam, kırklı yaşlarında, paslı makinelerin arasında yatıyordu. Boğazı, tanıdık bir şekilde kesilmişti—bıçak izi yok, kanı sanki bir güç tarafından çekilmiş gibi donmuştu. Cesedin göğsünde, kırmızı mürekkeple çizilmiş Kızıl Tarikat’ın ejderha sembolü vardı, ama bu kez yanında sadece tek bir hanzi: “son”. Wei Lian’ın nefesi kesildi. Bu kelime, bir uyarı gibiydi—Kızıl Tarikat’ın planlarının finaline işaret ediyor olabilirdi.

Hye-jin, laboratuvarın kapısında belirdi, yüzünde bir dedektifin kararlılığı ve artan şüphesi. “Yine aynı,” dedi, sesi keskin. “Ama bu ‘son’ hanzi’si… sanki biri bir şeylerin bittiğini söylüyor. Wei, bu cinayetler artık tesadüf değil.” Gözleri, Wei Lian’a sabitlendi, sanki onun ruhunu tartıyordu. “Sen, her suç mahallinde çok sakin oluyorsun. Neden?”

Wei Lian, bakışlarını ekrandaki kan örneğine çevirdi, sakinliğini korumak için çaba sarf etti. “Sakinlik, işi çözmek için gerekli,” dedi, kelimeleri dikkatle seçerek. Ama içten içe, Hye-jin’in şüphelerinin bir bıçak gibi yaklaştığını hissediyordu. Kan örneğinde, Kutsayıcı imzasını gördü: hücreler, Kan Qi’sinin enerjisiyle tahrip edilmişti. “Bu cinayet, diğerleriyle bağlantılı. Ama bu hanzi… bir mesaj olabilir.”

Hye-jin, kollarını göğsünde kavuşturdu, kaşları çatık. “Bu adam, Jang Min-kyu. Fabrika bölgesinde yasadışı silah ticareti yapan bir adam. Kızıl Tarikat’la bağlantılı olduğu söylentileri var, ama kanıt yok. Wei, bu cinayetler bir örgütün işi. Ve sen…” Duraksadı, sesi bir an yumuşadı. “Senin bildiğin bir şey var, değil mi? Her suç mahallinde, sanki bir şey arıyorsun.”

Wei Lian’ın kalbi bir an için durdu. Hye-jin, çok yaklaşıyordu. “Herkes bir şey arar, Hye-jin,” dedi, sesi sakin ama içinde bir fırtına. Dosyadaki bir detaya göz attı: Jang Min-kyu’nun cebinde bulunmuş bir kâğıt parçası, üzerinde kırmızı mürekkeple yazılmış bir adres—Kyongseong’un fabrika bölgesinde, terk edilmiş bir depo. Wei Lian’ın Kan Qi’si, bu adresi gördüğünde titredi. Bu, bir tuzak olabilirdi. Ama aynı zamanda, Kızıl Tarikat’ın kalbine bir adım daha yaklaşmak için bir fırsattı.

“Fabrikaya gidiyoruz,” dedi Hye-jin, ceketini alırken. “O adresi kontrol etmeliyiz. Sen de geliyorsun, Wei.” Sesi, bir dedektifin kararlılığıyla doluydu, ama gözlerindeki şüphe, Wei Lian’ın gölgelerdeki sırrına bir hançer gibi saplanıyordu.

Kyongseong, Terk Edilmiş Fabrika Bölgesi – Öğle Vakti

Fabrika bölgesi, Kyongseong’un paslı bir mezarlığıydı. Terk edilmiş makineler, gölgelerde birer hayalet gibi duruyordu; rüzgâr, kırık pencerelerden sızarak metalik bir ağıt gibi uluyordu. Wei Lian, polis kordonunun ardında duruyordu, Kan Qi’si çevrede bir titreşim algılıyordu. Ceset, bir makinenin gölgesinde yatıyordu; Jang Min-kyu’nun boğazındaki kesik, bir sanatçının hassasiyetiyle yapılmıştı. Göğsündeki ejderha sembolü ve “son” hanzi’si, kırmızı mürekkeple parlıyordu.

Hye-jin, yanına yaklaştı, elinde bir not defteri. “Bu yer, bir savaş alanı gibi,” dedi, sesinde bir bulmacayı çözme heyecanı. “O adres, buraya birkaç sokak ötede. Ama bu sembol… sanki bizi bir yere çağırıyor.” Gözleri, Wei Lian’a kaydı, şüpheyle doluydu. “Wei, bu Kızıl Tarikat. Ve sen, sanki onların gölgesinde yürüyorsun.”

Wei Lian, eğildi, sembolün kenarlarını inceledi. Mürekkep, sanki kanla yazılmış gibi taze duruyordu. Kan Qi’si, bu işareti gördüğünde titredi; bu, bir Kutsayıcı’nın işiydi. “Bu sembol, bir işaret olabilir,” dedi, sesi sakin ama zihninde fırtınalar kopuyordu. “Ama kime hitap ediyor, bilmiyoruz.” Zihninde, Baek Ryu’nun adı bir gölge gibi belirdi. Ve o an, çocukluğundan bir anı, bir alev parıltısı gibi zihnini deldi: bir tapınakta, kırmızı pelerinli bir figür, elinde bir hançer, ailesinin çığlıkları arasında kayboluyordu. Kızıl Tarikat. Baek Ryu.

“Numune alıyorum,” dedi Wei Lian, eldivenli elleriyle sembolden bir örnek toplarken. Ama içindeki avcı, başka bir plan örüyordu. Bu gece, o adrese gidecekti—gölgelerde, Kan Qi’sinin rehberliğinde. Kızıl Tarikat’ın izi, artık bir kovalamaca değil, bir hesaplaşmaydı.

Kyongseong’un fabrika bölgesi, geceyle birlikte bir hayalet şehrine dönüşmüştü. Terk edilmiş depolar, paslı makinelerin gölgelerinde sessizce duruyordu; rüzgâr, kırık pencerelerden sızarak metalik bir fısıltı gibi uluyordu. Wei Lian, siyah kapüşonlu ceketinin içinde, bir gölge gibi deponun girişine süzüldü. Sol bileğindeki kırmızı taşlı bileklik, Kan Qi’sinin ritmiyle titreşiyordu, sanki bir tehlike onu çağırıyordu. Kehribar gözleri, karanlığı tararken, zihninde Jang Min-kyu’nun cebinden çıkan adres dönüyordu: Batı Depo, 17. Sokak. Bu, bir tuzak olabilirdi, ama aynı zamanda Kızıl Tarikat’ın kalbine bir adım daha yaklaşma şansıydı.

Deponun kapısı, paslı menteşeleriyle gıcırdayarak açıldı. İçerisi, toz ve küf kokusuyla doluydu; neon ışıkların zayıf parıltısı, çatlak pencerelerden sızarak zeminde kırmızı gölgeler oluşturuyordu. Wei Lian, adımlarını sessiz tutarak ilerledi, Kan Qi’si damarlarında bir avcının içgüdüsü gibi uyanıyordu. Parmakları, ceketinin iç cebindeki küçük bıçağa uzandı; Kan iplikleri, her an harekete geçmeye hazır, parmaklarının ucunda titreşiyordu. Gölge Kodu, adaleti emrediyordu, ama bu gece, Wei Lian bir cevap arıyordu: Baek Ryu kimdi ve neden onun lanetini biliyordu?

Birden, deponun derinliklerinde bir hareket yakaladı. Kırmızı bir pelerin, paslı bir makinenin gölgesinde kayboldu, bir an için neon ışıkta parlayıp silindi. Wei Lian’ın kalbi hızlandı; Kan Qi’si, damarlarında bir fırtına gibi yükseldi. Sessizce yaklaştı, adımları bir avcının hassasiyetiyle. Ama tam bir makinenin köşesini döndüğünde, bir tıslama havayı kesti. Bir gölge, karanlıktan fırladı; elinde parlayan bir hançer, Kızıl Tarikat’ın ejderha motifli sapıyla. Hançer, Wei Lian’ın göğsüne doğru savruldu. Refleksle geri çekildi; Kan iplikleri, havada bir kalkan gibi örüldü, hançeri saptırarak metale çarptı. Kıvılcımlar, deponun karanlığını bir an aydınlattı.

“Gölge avcısı,” dedi bir ses, soğuk ve alaycı. Pelerinli figür, makinenin gölgesinden çıktı; kapüşon yüzünü gizliyordu, ama ellerinde iki hançer parlıyordu, her biri Kızıl Tarikat’ın mührünü taşıyordu. “Bizi bulman, Baek Ryu’nun planıydı. Ama burada yolun bitiyor.”

Wei Lian, gözlerini kıstı; Kan iplikleri, parmaklarında bir ağ gibi dans ediyordu. “Jang Min-kyu’yu sen mi öldürdün?” diye sordu, sesi sakin ama keskin. Zihninde, başka bir soru yankılanıyordu: Bu adres, Baek Ryu’nun tuzağı mı?

Figür güldü, sesi deponun metal duvarlarında yankılandı. “Min-kyu, bir piyondu. Tarikat, piyonları harcar. Ama sen…” Kapüşon kaydı, bir adamın soluk yüzü ortaya çıktı; gözleri, kırmızı bir parıltıyla yanıyordu, sanki Kan Qi’si ruhunu ele geçirmişti. “Sen, Baek Ryu’nun ödülüsün.” Adam, hançerlerini savurdu; Kan Qi’si, havada kırmızı bir sis olarak yükseldi, iplikleri bir ağ gibi yayarak Wei Lian’ı sarmaya çalıştı.

Wei Lian, bir sıçrayışla geri çekildi; Kan iplikleri, rakibinin sisine saldırdı. Depo, bir savaş alanına dönüştü; kırmızı iplikler ve sis, paslı makinelerin arasında dans ederken, metal zemin Kan Qi’sinin titreşimiyle sarsılıyordu. Adam hızlıydı, ama Wei Lian bir avcıydı. İplikleri, adamın bileklerine dolandı, onu bir an için sabitledi. Ama adam, bir çığlıkla Kan Qi’sini patlattı; kırmızı sis, iplikleri dağıttı ve Wei Lian’ı bir makineye savurdu.

Çarpmanın etkisiyle nefesi kesilirken, Wei Lian’ın gözleri adamın kolunda bir detaya takıldı: kırmızı bir dövme, ejderha sembolü, içinde “son” hanzi’siyle. Ama dövmenin kenarında, daha küçük bir işaret vardı: bir hanzi, “ateş”. Wei Lian’ın zihni, çocukluğundaki alevlere geri döndü—aile evinin yandığı gece, Kızıl Tarikat’ın gölgesi ve bir adamın silueti, elinde aynı ejderha motifli bir hançer. Baek Ryu. “Baek Ryu kim?” diye sordu Wei Lian, nefes nefese, ipliklerini yeniden çağırırken.

Adam sırıttı, dişleri kanla lekeli. “Baek Ryu, ateşin efendisi. Senin kanını çağırıyor, gölge avcısı. Ve o, seni yok edecek.” Sözleri, deponun karanlığında yankılandı. Ama tam Wei Lian ipliklerini savuracakken, bir patlama sesi geceyi yırttı. Deponun girişinde bir duman bulutu yükseldi; sirenler, uzaktan yankılanmaya başladı. Hye-jin’in ekibi, yine çok yakındı.

Adam, gölgelerde kaybolurken son bir fısıltı bıraktı: “Ateş seni bulacak, gölge avcısı. Ve Baek Ryu, onun alevlerini tutuşturuyor.” Wei Lian, dişlerini sıktı; Kan Qi’si, damarlarında çıldırıyordu, onu daha fazla kana çağırıyordu. Ama sirenler yaklaşıyordu. İpliklerini geri çekti, deponun çatısına sıçradı ve karanlığa karıştı. Ancak zihninde, adamın dövmesindeki “ateş” hanzi’si bir yara gibi parlıyordu. Kızıl Tarikat, bir gölge değil, bir alevdi. Ve Wei Lian, o alevin içine çekiliyordu.

Yorumlar

(0)

Bölüm Nasıldı?

0 yanıt
Beğenim
0
Sinir Bozucu
0
Mükemmel
0
Şaşırtıcı
0
Sakin Olmalıyım
0
Bölüm Bitti
0

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!