Bölüm 7: Alevin Gölgesi
Bölüm 7: Alevin Gölgesi
Kyongseong’un sabahı, neon ışıkların solgun bir gölgeye dönüştüğü bir kâbus gibiydi. Şehir, yağmurun bıraktığı nemle ağırlaşmış, sokaklar sessiz bir gerilimle doluydu. Wei Lian, Kyongseong Polis Teşkilatı’nın adli tıp laboratuvarında, floresan ışıkların altında duruyordu. Sol bileğindeki kırmızı taşlı bileklik, Kan Qi’sinin titreşimiyle nabız atıyordu, sanki bir tehlike onu çağırıyordu. Zihninde, depodaki Kutsayıcı’nın son sözleri yankılanıyordu: Ateş seni bulacak, gölge avcısı. Ve Baek Ryu, onun alevlerini tutuşturuyor. Bu sözler, çocukluğundaki yangının anılarını yeniden uyandırmıştı—aile evinin alevler içinde çöktüğü gece, Kızıl Tarikat’ın gölgesi ve o ejderha motifli hançer.
Masanın üzerinde, yeni bir dosya duruyordu, kâğıtlar sanki geçmişin ağırlığını taşıyordu. Şafak vakti, Kyongseong’un eski bir tapınak mezarlığında bir ceset bulunmuştu. Wei Lian, dosyayı açtı ve fotoğraflara baktı: bir kadın, otuzlu yaşlarında, mezar taşlarının arasında yatıyordu. Boğazı, tanıdık bir şekilde kesilmişti—bıçak izi yok, kanı sanki bir güç tarafından çekilmiş gibi donmuştu. Cesedin göğsünde, kırmızı mürekkeple çizilmiş Kızıl Tarikat’ın ejderha sembolü vardı, yanında tek bir hanzi: “ateş”. Ama bu kez, kadının elinde bir metal tılsım vardı, üzerinde kazınmış bir adres: Kuzey Tapınağı, 3. Avlu. Wei Lian’ın nefesi kesildi. Bu adres, çocukluğundaki yangının geçtiği tapınağa işaret ediyordu. Kızıl Tarikat, onu geçmişine çekiyordu.
Hye-jin, laboratuvarın kapısında belirdi, yüzünde bir dedektifin kararlılığı ve keskin bir şüphe. “Yine aynı,” dedi, sesi sert. “Ama bu ‘ateş’ hanzi’si… ve o adres. Wei, bu cinayetler artık bir oyunun parçası gibi. Ve sen…” Duraksadı, gözleri Wei Lian’ın yüzünde gezindi. “Sen, sanki bu oyunun içinde doğmuşsun.”
Wei Lian, bakışlarını ekrandaki kan örneğine çevirdi, sakinliğini korumak için derin bir nefes aldı. “Bu cinayetler, birbiriyle bağlantılı,” dedi, kelimeleri dikkatle seçerek. “Ama bu adres… bir anlam taşıyor olabilir.” Kan örneğinde, Kutsayıcı imzasını gördü: hücreler, Kan Qi’sinin enerjisiyle tahrip edilmişti. Ama bu kez, bir şey farklıydı—kan, sanki bir ritüel için toplanmış gibiydi. “Bu kadın kim?” diye sordu, Hye-jin’e bakarak.
Hye-jin, dosyayı masaya bıraktı. “Han Soo-jin. Bir tarihçi, eski tapınak kayıtlarını araştırıyordu. Kızıl Tarikat’la ilgili yazılar üzerinde çalıştığı söyleniyor, ama kimse detay bilmiyor.” Sesi, bir suçlama gibiydi. “Wei, bu cinayetler, Kızıl Tarikat’ın işi. Ve sen, her suç mahallinde sanki bir şey biliyormuş gibi davranıyorsun. Bana doğruyu söyle.”
Wei Lian’ın kalbi bir an için durdu. Hye-jin, sırrına çok yaklaşıyordu. “Doğru, sadece kanıtlarla bulunur,” dedi, sesi sakin ama içinde bir fırtına kopuyordu. Dosyadaki adres, zihninde bir hançer gibi saplandı. Kuzey Tapınağı, ailesinin katledildiği yerdi—Kızıl Tarikat’ın onun hayatını sonsuza dek değiştirdiği yer. “Bu adresi kontrol etmeliyiz,” dedi, sesinde bir kararlılık.
Hye-jin, gözlerini kıstı, ama başını salladı. “Tapınak mezarlığına gidiyoruz. O tılsımı ve adresi yerinde görmeliyiz. Ama Wei…” Duraksadı, sesi alçaldı. “Eğer benden bir şey saklıyorsan, bunu öğreneceğim.” Sesi, bir tehdit değil, bir yemin gibiydi.
Kyongseong, Tapınak Mezarlığı – Öğle Vakti
Tapınak mezarlığı, Kyongseong’un unutulmuş bir yasıydı. Yosun kaplı mezar taşları, gölgelerde sessizce duruyordu; rüzgâr, dallar arasında bir ağıt gibi fısıldıyordu. Wei Lian, polis kordonunun ardında duruyordu, Kan Qi’si çevrede bir titreşim algılıyordu. Ceset, bir mezar taşının gölgesinde yatıyordu; Han Soo-jin’in boğazındaki kesik, bir sanatçının hassasiyetiyle yapılmıştı. Göğsündeki ejderha sembolü ve “ateş” hanzi’si, kırmızı mürekkeple parlıyordu. Elindeki metal tılsım, neon ışığında hafifçe yanıyordu.
Hye-jin, yanına yaklaştı, elinde bir not defteri. “Bu yer, bir mezardan farksız,” dedi, sesinde bir bulmacayı çözme heyecanı. “O tılsım… sanki bir anahtar gibi. Ve bu adres, tam burayı işaret ediyor. Ama neden?” Gözleri, Wei Lian’a kaydı, şüpheyle doluydu. “Wei, bu Kızıl Tarikat. Ve sen, sanki onların izini yıllardır sürüyorsun.”
Wei Lian, eğildi, tılsımı inceledi. Üzerindeki adres, Kuzey Tapınağı’nın üçüncü avlusunu işaret ediyordu—çocukluğunda alevlerin yuttuğu yer. Kan Qi’si, tılsımı gördüğünde titredi; bu, bir Kutsayıcı’nın işiydi, ama daha derin bir anlam taşıyordu. “Bu tılsım, bir işaret olabilir,” dedi, sesi sakin ama zihninde anılar canlanıyordu: alevler, çığlıklar, ve kırmızı pelerinli bir figürün silueti. “Ama kime hitap ediyor, bilmiyoruz.”
“Numune alıyorum,” dedi, eldivenli elleriyle tılsımdan bir örnek toplarken. Ama içindeki avcı, başka bir plan örüyordu. Bu gece, Kuzey Tapınağı’na gidecekti—gölgelerde, Kan Qi’sinin rehberliğinde. Kızıl Tarikat’ın izi, artık bir kovalamaca değil, bir hesaplaşmaydı. Ve Baek Ryu, o hesaplaşmanın gölgesindeydi.
Kuzey Tapınağı, Kyongseong’un neon çağından kopmuş, geçmişin gölgelerinde kaybolmuş bir yerdi. Yosun kaplı taşlar ve kırık heykeller, ay ışığında birer hayalet gibi duruyordu; rüzgâr, dallar arasında fısıldayarak eski duaları hatırlatıyordu. Wei Lian, siyah kapüşonlu ceketinin içinde, üçüncü avluya süzüldü, gölgeler onun adımlarını yutuyordu. Sol bileğindeki kırmızı taşlı bileklik, Kan Qi’sinin ritmiyle titreşiyordu, sanki tapınağın taşları onun kanını çağırıyordu. Kehribar gözleri, karanlığı tararken, zihninde çocukluğundaki yangın canlanıyordu: alevler, çığlıklar ve Kızıl Tarikat’ın ejderha motifli hançeri. Kuzey Tapınağı, ailesinin katledildiği yerdi—ve şimdi, Kızıl Tarikat onu buraya geri çekmişti.
Wei Lian, üçüncü avlunun merkezine yaklaştı; tılsımın işaret ettiği yer burasıydı. Hava, Kan Qi’sinin titreşimiyle ağırlaşmıştı; bir Kutsayıcı’nın varlığı, gölgelerde saklanıyordu. Parmakları, ceketinin iç cebindeki küçük bıçağa uzandı; Kan iplikleri, parmaklarının ucunda titreşerek harekete geçmeye hazırdı. Gölge Kodu, adaleti emrediyordu, ama bu gece Wei Lian, sadece adalet değil, cevaplar arıyordu. Baek Ryu’nun gölgesi, her adımda daha yakına geliyordu.
Birden, avlunun gölgelerinde bir hareket yakaladı. Kırmızı bir pelerin, bir heykelin ardında kayboldu, ay ışığında bir an parlayıp silindi. Wei Lian’ın kalbi hızlandı; Kan Qi’si, damarlarında bir fırtına gibi yükseldi. Sessizce yaklaştı, adımları bir avcının hassasiyetiyle. Ama tam heykelin yanına vardığında, bir tıslama havayı kesti. Bir gölge, karanlıktan fırladı; elinde parlayan bir hançer, Kızıl Tarikat’ın ejderha motifli sapıyla. Hançer, Wei Lian’ın göğsüne doğru savruldu. Refleksle geri çekildi; Kan iplikleri, havada bir kalkan gibi örüldü, hançeri saptırarak taşa çarptı. Kıvılcımlar, tapınağın kutsal sessizliğini bozdu.
“Gölge avcısı,” dedi bir ses, soğuk ve alaycı. Pelerinli figür, heykelin gölgesinden çıktı; kapüşon yüzünü gizliyordu, ama ellerinde iki hançer parlıyordu, her biri Kızıl Tarikat’ın mührünü taşıyordu. “Bizi bulman, Baek Ryu’nun isteğiydi. Ama burada, alev seni yutacak.”
Wei Lian, gözlerini kıstı; Kan iplikleri, parmaklarında bir ağ gibi dans ediyordu. “Han Soo-jin’i sen mi öldürdün?” diye sordu, sesi sakin ama keskin. Zihninde, başka bir soru yankılanıyordu: Baek Ryu, neden beni buraya çekiyor?
Figür güldü, sesi tapınağın taşlarında yankılandı. “Soo-jin, bir piyondu. Tarikat, piyonları yakar. Ama sen…” Kapüşon kaydı, bir kadının soluk yüzü ortaya çıktı; gözleri, kırmızı bir parıltıyla yanıyordu, sanki Kan Qi’si ruhunu ele geçirmişti. “Sen, Baek Ryu’nun anahtarısın.” Kadın, hançerlerini savurdu; Kan Qi’si, havada kırmızı bir sis olarak yükseldi, iplikleri bir ağ gibi yayarak Wei Lian’ı sarmaya çalıştı.
Wei Lian, bir sıçrayışla geri çekildi; Kan iplikleri, rakibinin sisine saldırdı. Avlu, bir savaş alanına dönüştü; kırmızı iplikler ve sis, mezar taşlarının arasında dans ederken, taşlar Kan Qi’sinin titreşimiyle sarsılıyordu. Kadın hızlıydı, ama Wei Lian bir avcıydı. İplikleri, kadının bileklerine dolandı, onu bir an için sabitledi. Ama kadın, bir çığlıkla Kan Qi’sini patlattı; kırmızı sis, iplikleri dağıttı ve Wei Lian’ı bir mezar taşına savurdu.
Çarpmanın etkisiyle nefesi kesilirken, Wei Lian’ın gözleri kadının kolyesine takıldı: kırmızı bir ejderha, içinde “ateş” hanzi’siyle, ama yanında başka bir işaret vardı: “anahtar”. Zihninde, çocukluğundaki yangın yeniden canlandı—aile evinin alevler içinde çöktüğü gece, bir adamın sesi: “Anahtar, kanda saklı.” Baek Ryu’nun sesi miydi? “Baek Ryu kim?” diye sordu Wei Lian, nefes nefese, ipliklerini yeniden çağırırken.
Kadın sırıttı, dişleri kanla lekeli. “Baek Ryu, alevin efendisi. Senin kanın, onun anahtarı. Ve o, seni kıracak.” Sözleri, tapınağın karanlığında yankılandı. Ama tam Wei Lian ipliklerini savuracakken, bir patlama sesi geceyi yırttı. Avlunun girişinde bir duman bulutu yükseldi; sirenler, uzaktan yankılanmaya başladı. Hye-jin’in ekibi, yine çok yakındı.
Kadın, gölgelerde kaybolurken son bir fısıltı bıraktı: “Anahtar sensin, gölge avcısı. Ve Baek Ryu, kapıyı açıyor.” Wei Lian, dişlerini sıktı; Kan Qi’si, damarlarında çıldırıyordu, onu daha fazla kana çağırıyordu. Ama sirenler yaklaşıyordu. İpliklerini geri çekti, tapınağın çatısına sıçradı ve karanlığa karıştı. Ancak zihninde, kadının kolyesindeki “anahtar” hanzi’si bir yara gibi parlıyordu. Kızıl Tarikat, onu sadece avlamıyordu—onun kanını istiyordu. Ve Baek Ryu, o kanın sırrını tutuyordu.
Yorumlar
(0)Bölüm Nasıldı?
Yorum yapmak için lütfen giriş yapın.
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!