Bölüm 8: Kanın Çağrısı

10 dakika okuma
1,877 kelime
Ücretsiz Bölüm

Bölüm 8: Kanın Çağrısı

Kyongseong’un sabahı, neon ışıkların gri bir sisle boğulduğu bir kâbus gibiydi. Şehir, yağmurun nemiyle ağırlaşmış, sokaklar sessiz bir gerilimle doluydu. Wei Lian, Kyongseong Polis Teşkilatı’nın adli tıp laboratuvarında, floresan ışıkların altında duruyordu. Sol bileğindeki kırmızı taşlı bileklik, Kan Qi’sinin titreşimiyle nabız atıyordu, sanki bir hesaplaşma onu çağırıyordu. Zihninde, Kuzey Tapınağı’ndaki Kutsayıcı’nın sözleri yankılanıyordu: Anahtar sensin, gölge avcısı. Ve Baek Ryu, kapıyı açıyor. Bu sözler, çocukluğundaki yangını ve ailesinin çığlıklarını yeniden uyandırmıştı—Kızıl Tarikat’ın gölgesi, her an daha yakına geliyordu.

Masanın üzerinde, yeni bir dosya duruyordu, kâğıtlar sanki bir lanetin ağırlığını taşıyordu. Gün doğmadan, Kyongseong’un eski bir manastır bölgesinde bir ceset bulunmuştu. Wei Lian, dosyayı açtı ve fotoğraflara baktı: bir adam, ellili yaşlarında, manastırın taş avlusunda yatıyordu. Boğazı, tanıdık bir şekilde kesilmişti—bıçak izi yok, kanı sanki bir güç tarafından çekilmiş gibi donmuştu. Cesedin göğsünde, kırmızı mürekkeple çizilmiş Kızıl Tarikat’ın ejderha sembolü vardı, yanında tek bir hanzi: “anahtar”. Ama bu kez, adamın elinde bir kâğıt parçası vardı, üzerinde kırmızı mürekkeple yazılmış bir not: Son Kapı, Gölge Mabedi. Wei Lian’ın nefesi kesildi. Gölge Mabedi, Kızıl Tarikat’ın efsanelerinde geçen bir yerdi—söylentilere göre, tarikatın ritüellerinin merkezi. Kızıl Tarikat, onu son bir adıma çağırıyordu.

Hye-jin, laboratuvarın kapısında belirdi, yüzünde bir dedektifin kararlılığı ve artık saklanamayan bir şüphe. “Yine aynı,” dedi, sesi sert ve soğuk. “Ama bu ‘anahtar’ hanzi’si… ve o not. Wei, bu cinayetler bir planın parçası. Ve sen…” Duraksadı, gözleri Wei Lian’ın yüzünde bir yargıç gibi gezindi. “Sen, bu planın merkezindesin, değil mi?”

Wei Lian, bakışlarını ekrandaki kan örneğine çevirdi, sakinliğini korumak için derin bir nefes aldı. “Bu cinayetler, birbiriyle bağlantılı,” dedi, kelimeleri dikkatle seçerek. “Ama bu not… bir hedefi işaret ediyor olabilir.” Kan örneğinde, Kutsayıcı imzasını gördü: hücreler, Kan Qi’sinin enerjisiyle tahrip edilmişti, ama bu kez kan, ritüel bir toplama izi taşıyordu—sanki bir şey için hazırlanmıştı. “Bu adam kim?” diye sordu, Hye-jin’e bakarak.

Hye-jin, dosyayı masaya bıraktı. “Park Ji-hoon. Eski bir arkeolog, Kızıl Tarikat’ın mitolojisi üzerine çalışıyordu. Gölge Mabedi’nden bahseden yazılar yazmış, ama çoğu deli saçması sayılmış.” Sesi, bir suçlama gibiydi. “Wei, bu cinayetler Kızıl Tarikat’ın işi. Ve sen, her suç mahallinde sanki onların izini biliyormuş gibi hareket ediyorsun. Bana doğruyu söyle, yoksa bu seni de yakar.”

Wei Lian’ın kalbi bir an için durdu. Hye-jin, sırrına bir hançer kadar yakındı. “Doğru, kanıtlarla bulunur,” dedi, sesi sakin ama içinde bir fırtına kopuyordu. Dosyadaki not, zihninde bir yara gibi açıldı: Gölge Mabedi. Çocukluğunda, yangından önce, babasının fısıldadığı bir kelimeyi hatırladı: “Mabet, kanı saklar.” Kızıl Tarikat, onun kanını istiyordu—ama neden? “Bu notu kontrol etmeliyiz,” dedi, sesinde bir kararlılık.

Hye-jin, gözlerini kıstı, ama başını salladı. “Manastıra gidiyoruz. O notu ve Gölge Mabedi’ni yerinde görmeliyiz. Ama Wei…” Duraksadı, sesi alçaldı. “Bu son şansın. Benden bir şey saklıyorsan, bunu öğreneceğim.” Sesi, bir yemin gibiydi.

Kyongseong, Manastır Bölgesi – Öğle Vakti

Manastır bölgesi, Kyongseong’un geçmişten kalma bir yansımasıydı. Taş avlular ve eski heykeller, neon çağının gölgesinde sessizce duruyordu; rüzgâr, taşlar arasında bir ağıt gibi fısıldıyordu. Wei Lian, polis kordonunun ardında duruyordu, Kan Qi’si çevrede bir titreşim algılıyordu. Ceset, avlunın merkezinde yatıyordu; Park Ji-hoon’un boğazındaki kesik, bir sanatçının hassasiyetiyle yapılmıştı. Göğsündeki ejderha sembolü ve “anahtar” hanzi’si, kırmızı mürekkeple parlıyordu. Elindeki kâğıt parçası, Gölge Mabedi notuyla, neon ışığında hafifçe yanıyordu.

Hye-jin, yanına yaklaştı, elinde bir not defteri. “Bu yer, bir mezar gibi,” dedi, sesinde bir bulmacayı çözme heyecanı. “O not… sanki bir davetiye. Ama bu Gölge Mabedi nedir?” Gözleri, Wei Lian’a kaydı, şüpheyle doluydu. “Wei, sen bu tarikatı biliyorsun, değil mi? Bana doğruyu söyle.”

Wei Lian, eğildi, kâğıt parçasını inceledi. Not, kırmızı mürekkeple yazılmıştı, sanki kanla işaretlenmiş gibi. Kan Qi’si, bu işareti gördüğünde titredi; bu, bir Kutsayıcı’nın işiydi, ama daha derin bir anlam taşıyordu. “Bu not, bir yol gösterici olabilir,” dedi, sesi sakin ama zihninde anılar canlanıyordu: babasının fısıldadığı kelimeler, yangın, ve Kızıl Tarikat’ın gölgesi. “Ama nereye götürüyor, bilmiyoruz.”

“Numune alıyorum,” dedi, eldivenli elleriyle kâğıttan bir örnek toplarken. Ama içindeki avcı, başka bir plan örüyordu. Bu gece, Gölge Mabedi’ne gidecekti—gölgelerde, Kan Qi’sinin rehberliğinde. Kızıl Tarikat’ın izi, artık bir kovalamaca değil, bir sonun başlangıcıydı. Ve Baek Ryu, o sonun gölgesindeydi.

Gölge Mabedi, Kyongseong’un neon çağından kopmuş, karanlığın kucakladığı bir yerdi. Yosun kaplı taş duvarlar ve kırık heykeller, ay ışığında hayaletler gibi duruyordu; rüzgâr, taşlar arasında fısıldayarak eski bir laneti hatırlatıyordu. Wei Lian, siyah kapüşonlu ceketinin gölgesinde, mabedin avlusuna süzüldü. Sol bileğindeki kırmızı taşlı bileklik, Kan Qi’sinin ritmiyle titreşiyordu, sanki mabedin kendisi onun kanını çağırıyordu. Kehribar gözleri, karanlığı tararken, zihninde babasının son sözleri yankılanıyordu: Mabet, kanı saklar. Çocukluğundaki yangın, alevler ve Kızıl Tarikat’ın gölgesi, bu mabedin taşlarında yeniden canlanıyordu. Wei Lian, burada cevaplar bulacaktı—ya da sonunu.

Mabedin girişi, paslı bir demir kapıyla korunuyordu, üzerinde ejderha motifleri kazılıydı. Wei Lian, kapıyı itti; menteşeler gıcırdayarak açıldı, içerisi küf ve yanmış odun kokusuyla doluydu. Kan Qi’si, havadaki titreşimi algıladı; bir Kutsayıcı yakındaydı, gölgelerde saklanıyordu. Parmakları, ceketinin iç cebindeki küçük bıçağa uzandı; Kan iplikleri, parmaklarının ucunda titreşerek harekete geçmeye hazırdı. Gölge Kodu, adaleti emrediyordu, ama bu gece Wei Lian, sadece adalet değil, hakikat arıyordu. Baek Ryu’nun gölgesi, her adımda daha yakına geliyordu.

Birden, avlunun derinliklerinde bir hareket yakaladı. Kırmızı bir pelerin, bir heykelin ardında kayboldu, ay ışığında bir an parlayıp silindi. Wei Lian’ın kalbi hızlandı; Kan Qi’si, damarlarında bir fırtına gibi yükseldi. Sessizce yaklaştı, adımları bir avcının hassasiyetiyle. Ama tam heykelin yanına vardığında, bir tıslama havayı kesti. Bir gölge, karanlıktan fırladı; elinde parlayan bir hançer, Kızıl Tarikat’ın ejderha motifli sapıyla. Hançer, Wei Lian’ın göğsüne doğru savruldu. Refleksle geri çekildi; Kan iplikleri, havada bir kalkan gibi örüldü, hançeri saptırarak taşa çarptı. Kıvılcımlar, mabedin sessizliğini bozdu.

“Gölge avcısı,” dedi bir ses, soğuk ve keskin. Pelerinli figür, heykelin gölgesinden çıktı; kapüşon yüzünü gizliyordu, ama ellerinde iki hançer parlıyordu, her biri Kızıl Tarikat’ın mührünü taşıyordu. “Bizi bulman, Baek Ryu’nun kehanetiydi. Ama burada, kanın mabede dönecek.”

Wei Lian, gözlerini kıstı; Kan iplikleri, parmaklarında bir ağ gibi dans ediyordu. “Park Ji-hoon’u sen mi öldürdün?” diye sordu, sesi sakin ama keskin. Zihninde, başka bir soru yankılanıyordu: Benim kanım, neden Baek Ryu’nun anahtarı?

Figür güldü, sesi mabedin taşlarında yankılandı. “Ji-hoon, bir piyondu. Tarikat, piyonları yakar. Ama sen…” Kapüşon kaydı, bir adamın soluk yüzü ortaya çıktı; gözleri, kırmızı bir parıltıyla yanıyordu, sanki Kan Qi’si ruhunu ele geçirmişti. “Sen, Baek Ryu’nun son anahtarısın.” Adam, hançerlerini savurdu; Kan Qi’si, havada kırmızı bir sis olarak yükseldi, iplikleri bir ağ gibi yayarak Wei Lian’ı sarmaya çalıştı.

Wei Lian, bir sıçrayışla geri çekildi; Kan iplikleri, rakibinin sisine saldırdı. Avlu, bir savaş alanına dönüştü; kırmızı iplikler ve sis, taş heykellerin arasında dans ederken, mabet Kan Qi’sinin titreşimiyle sarsılıyordu. Adam hızlıydı, ama Wei Lian bir avcıydı. İplikleri, adamın bileklerine dolandı, onu bir an için sabitledi. Ama adam, bir çığlıkla Kan Qi’sini patlattı; kırmızı sis, iplikleri dağıttı ve Wei Lian’ı bir taş duvara savurdu.

Çarpmanın etkisiyle nefesi kesilirken, Wei Lian’ın gözleri adamın kolunda bir detaya takıldı: kırmızı bir dövme, ejderha sembolü, içinde “anahtar” hanzi’siyle, ama yanında başka bir işaret vardı: “kan bağı”. Zihninde, babasının son sözleri yeniden canlandı: Mabet, kanı saklar. Ve o an, bir anı daha parladı—yangından önce, babasının elinde bir tılsım, üzerinde aynı ejderha sembolü, ve fısıldadığı bir kelime: “Baek Ryu, kan bağını ister.” Baek Ryu, onun ailesiyle bağlantılı mıydı? “Baek Ryu kim?” diye sordu Wei Lian, nefes nefese, ipliklerini yeniden çağırırken.

Adam sırıttı, dişleri kanla lekeli. “Baek Ryu, kanın efendisi. Senin kan bağın, onun gücü. Ve o, seni mabede zincirleyecek.” Sözleri, mabedin karanlığında yankılandı. Ama tam Wei Lian ipliklerini savuracakken, bir patlama sesi geceyi yırttı. Mabedin girişinde bir duman bulutu yükseldi; sirenler, uzaktan yankılanmaya başladı. Hye-jin’in ekibi, yine çok yakındı.

Adam, gölgelerde kaybolurken son bir fısıltı bıraktı: “Kan bağı seni bulacak, gölge avcısı. Ve Baek Ryu, onun zincirlerini kıracak.” Wei Lian, dişlerini sıktı; Kan Qi’si, damarlarında çıldırıyordu, onu daha fazla kana çağırıyordu. Ama sirenler yaklaşıyordu. İpliklerini geri çekti, mabedin çatısına sıçradı ve karanlığa karıştı. Ancak zihninde, adamın dövmesindeki “kan bağı” hanzi’si bir yara gibi parlıyordu. Kızıl Tarikat, onun kanını arıyordu—ve Baek Ryu, o kanın sırrını tutuyordu.

Yorumlar

(0)

Bölüm Nasıldı?

0 yanıt
Beğenim
0
Sinir Bozucu
0
Mükemmel
0
Şaşırtıcı
0
Sakin Olmalıyım
0
Bölüm Bitti
0

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!