Gizli Bıçağın Kanı – Bölüm 5: Lanetin Mührü
Kyongseong, neon ışıklarının bir kehanet gibi parladığı, gölgelerin sırlarla dans ettiği bir şehirdi. Sis, sokakları bir bilmecenin perdesiyle örterken, her neon parıltısı bir şifrenin parçası gibiydi. Wei Lian, Kyongseong Polis Teşkilatı’nın adli tıp laboratuvarında, floresan ışıkların soğuk gölgesinde duruyordu. Sol bileğindeki kırmızı taşlı bileklik, Kan Qi’sinin ritmiyle titreşiyordu, sanki bir lanetin nabzını tutuyordu. Zihninde, kütüphanedeki kadının son sözleri yankılanıyordu: Kader seni bulacak, gölge avcısı. Ve Baek Ryu, onun kalemini tutuyor. Bu sözler, bir bulmacanın eksik parçasıydı, çözülmesi gereken bir kod.
Masanın üzerinde, yeni bir dosya duruyordu, kâğıtlar sanki kanla yazılmış bir tablet gibi ağırdı. Şafak sökerken, Kyongseong’un yeraltı metro tünellerinde bir ceset bulunmuştu. Wei Lian, dosyayı açtı ve fotoğraflara göz attı: bir adam, otuzlu yaşlarının sonunda, tünelin karanlık bir köşesinde yatıyordu. Boğazı, önceki cinayetlerdeki gibi kesilmişti—bıçak izi yok, kanı sanki bir güç tarafından emilmiş gibi donmuştu. Ama bu kez, cesedin göğsüne kırmızı mürekkeple bir sembol çizilmişti: Kızıl Tarikat’ın ejderhası, kuyruğunda “gölge”, “kan” ve “kader” hanzi’lerinin yanında yeni bir hanzi: “lanet”. Wei Lian’ın parmakları, dosyayı tutarken istemsizce sıkıldı. Bu, bir cinayetten fazlasıydı; bir şifrenin yeni bir satırıydı.
Hye-jin, laboratuvarın kapısında belirdi, gözlerinde bir dedektifin tükenmez merakı ve keskin şüphesi. “Yine aynı sembol,” dedi, sesi bir kâşifin kararlılığıyla. “Ama bu ‘lanet’ hanzi’si… sanki biri bir hikâyenin sonunu yazıyor, Wei. Bu cinayetler, bir mesaj zinciri.” Gözleri, Wei Lian’a kilitlendi, sanki onun sakin maskesinin ardındaki gerçeği çözmeye kararlıydı. “Senin bildiğin bir şey var, değil mi? Her suç mahallinde, sanki bir adım öndesin.”
Wei Lian, bakışlarını ekrandaki kan örneğine çevirdi, sakinliğini bir zırh gibi korudu. “Bu semboller, bir ritüelin parçaları olabilir,” dedi, kelimeleri bir bilmecenin ipuçları gibi dikkatlice seçerek. “Ama kime hitap ediyor, henüz bilmiyoruz.” Gerçek, onun damarlarında akıyordu: Kan Qi’sinin izleri, bu cinayetin bir Kutsayıcı tarafından işlendiğini haykırıyordu. Ve Gölge Kodu, Wei Lian’ı bu avın peşine düşmeye zorluyordu.
Hye-jin, kollarını göğsünde kavuşturdu, kaşları çatık. “Bu adam, Kwon Tae-sik. Metro tünellerinde bir kaçakçı, yeraltı dünyasında tanınan biri. Ama bu cinayet, diğerleriyle aynı. Çok temiz. Ve o ‘lanet’ hanzi’si…” Sesi, bir şifreyi çözmeye bir adım kala kesildi. “Kızıl Tarikat, Wei. Onlar bir efsane değil. Ve sen, bu bulmacanın bir parçasısın, değil mi?” Sesi, bir suçlama gibiydi, ama gözlerinde bir soru parlıyordu.
Wei Lian’ın kalbi bir an için durdu. Hye-jin, çok yaklaşıyordu—hem Kızıl Tarikat’a hem de onun sırrına. “Kızıl Tarikat, bir gölge olabilir,” dedi, sesi sakin ama içinde bir fırtına. “Ama bu hanzi’ler, daha derin bir anlama işaret ediyor.” Dosyadaki bir fotoğrafa göz attı: sembolün yanında, tünelin duvarına kazınmış bir çizik vardı, neredeyse görünmez bir hanzi: “kırılma”. Wei Lian’ın Kan Qi’si, bu işareti gördüğünde titredi. Bu, sadece bir cinayet değildi; bir uyarıydı. Ama kime?
“Tünele gidiyoruz,” dedi Hye-jin, ceketini alırken. “O sembollerin ne anlama geldiğini bulmalıyız. Sen de geliyorsun, Wei.” Sesi, bir avcının kararlılığıyla doluydu, ama Wei Lian, onun gözlerindeki şüpheyi fark etti. Hye-jin, bir şeylerden şüpheleniyordu—belki de onun gölgelerdeki hayatından.
Kyongseong, Yeraltı Metro Tünelleri – Öğleden Sonra
Metro tünelleri, Kyongseong’un karanlık damarlarıydı. Paslı raylar ve nemli duvarlar, şehrin sırlarını saklayan bir yeraltı labirenti gibiydi. Wei Lian, polis kordonunun ardında duruyordu, Kan Qi’si çevrede bir titreşim algılıyordu. Ceset, tünelin derinliklerinde, bir bakım odasının gölgesinde yatıyordu; Kwon Tae-sik’in boğazındaki kesik, bir sanatçının fırça darbesi gibiydi. Göğsündeki ejderha sembolü, kırmızı mürekkeple parlıyordu, “lanet” hanzi’si bir yara gibi göze çarpıyordu.
Hye-jin, yanına yaklaştı, elinde bir el feneri. “Bu yer, bir mezar gibi,” dedi, sesinde bir bulmacayı çözme heyecanı. “O semboller… sanki bizi bir yere yönlendiriyor. Ama neden tüneller?” Gözleri, Wei Lian’a kaydı, sanki onun sakin yüzeyinin altında bir şifre arıyordu.
Wei Lian, eğildi, sembolün kenarlarını inceledi. Mürekkep, sanki kanla yazılmış gibi taze duruyordu. Kan Qi’si, bu işareti gördüğünde titredi; bu, bir Kutsayıcı’nın işiydi, ama daha derinde bir anlam saklıydı. “Bu semboller, bir harita olabilir,” dedi Wei Lian, sesi bir bilmecenin ipucu gibi. “Ama nereye götürüyor, henüz bilmiyoruz.” Zihninde, Baek Ryu’nun adı bir gölge gibi belirdi. Kızıl Tarikat, bir ağ örüyordu, ve Wei Lian, bu ağın merkezine doğru çekiliyordu.
“Numune alıyorum,” dedi, eldivenli elleriyle sembolden bir örnek toplarken. Ama içindeki avcı, başka bir plan örüyordu. Bu gece, tünele geri dönecekti—gölgelerde, Kan Qi’sinin rehberliğinde. Kızıl Tarikat’ın izi, artık bir kovalamaca değil, bir lanetti.
Kyongseong’un yeraltı metro tünelleri, şehrin karanlık damarlarıydı; paslı raylar ve nemli duvarlar, bir labirentin taşları gibi sırları saklıyordu. Gece, tünelleri bir sis perdesiyle örtmüştü; neon ışıklar, tünelin girişinde kırılarak kırmızı bir parıltıya dönüşüyordu, sanki kanla lekelenmiş bir ayna gibi. Wei Lian, siyah kapüşonlu ceketinin gölgesinde, bir hayalet gibi tünelin bakım odasına süzüldü. Sol bileğindeki kırmızı taşlı bileklik, Kan Qi’sinin ritmiyle titreşiyordu, bir şifrenin nabzını tutuyordu. Kehribar gözleri, karanlığı tararken, zihninde gün boyu bulduğu ipuçları dönüyordu: Kwon Tae-sik’in keskin boğazı, ejderha sembolü, “lanet” hanzi’si ve tünel duvarındaki “kırılma” işareti. Bu, bir cinayetten fazlasıydı; bir kehanetin parçasıydı.
Wei Lian, cesedin bulunduğu bakım odasına yaklaştı. Hava, Kan Qi’sinin titreşimiyle doluydu; bir Kutsayıcı’nın varlığı, tünelin gölgelerinde saklanıyordu. Parmakları, ceketinin iç cebinde saklı küçük bıçağa uzandı; Kan Qi’si, bıçağın kenarından kırmızı iplikler gibi fışkırmaya hazırdı. Bu gece, Gölge Kodu’nun emriyle avcıydı. Ve av, bir gölgenin fısıltısı gibi yakındı.
Birden, tünelin derinliklerinde bir hareket yakaladı. Kırmızı bir pelerin, paslı rayların ötesinde kayboldu, bir an için neon ışıkta parlayıp gölgelerde silindi. Wei Lian’ın kalbi hızlandı; Kan Qi’si, damarlarında bir fırtına gibi yükseldi. Sessizce yaklaştı, adımları bir avcının zarafetiyle. Ama tam bir tünel köşesini döndüğünde, bir tıslama havayı yırttı. Bir gölge, karanlıktan fırladı; elinde parlayan bir hançer, Kızıl Tarikat’ın ejderha motifli sapıyla. Hançer, Wei Lian’ın göğsüne doğru savruldu. Bir anlık refleksle eğildi; Kan iplikleri, havada bir kalkan gibi örüldü, hançeri saptırarak tünelin duvarına çarptı. Kıvılcımlar, karanlıkta bir an parladı.
“Gölge avcısı,” diye bir ses yankılandı, soğuk ve keskin, bir şifrenin çözülmemiş parçası gibi. Pelerinli figür, tünelin gölgesinden çıktı; kapüşon, yüzünü hâlâ gizliyordu, ama ellerinde iki hançer parlıyordu, her biri Kızıl Tarikat’ın mührünü taşıyordu. “Bizi bulman, lanetindi. Ama bu, son nefesin olacak.”
Wei Lian, gözlerini kıstı; Kan iplikleri, parmaklarında bir ağ gibi dans ediyordu. “Kwon Tae-sik’i sen mi öldürdün?” diye sordu, sesi bir celladın sakinliğiyle. Ama zihninde, başka bir soru dönüyordu: Bu hanzi’ler, Baek Ryu’nun planlarının şifresi mi?
Figür, alaycı bir kahkaha attı, sesi tünelin nemli duvarlarında yankılandı. “Tae-sik, bir piyondu. Tarikat, piyonları kırar. Ama sen…” Kapüşon hafifçe kaydı, bir adamın soluk yüzü ortaya çıktı; gözleri, kırmızı bir parıltıyla yanıyordu, sanki Kan Qi’si onun ruhunu yutmuştu. “Sen, onların lanetli mirasısın.” Adam, hançerlerini savurdu; Kan Qi’si, havada kırmızı bir sis olarak yükseldi, iplikleri bir ağ gibi yayarak Wei Lian’ı sarmaya çalıştı.
Wei Lian, bir sıçrayışla geri çekildi; Kan iplikleri, bir yılan gibi rakibinin sisine saldırdı. Tünel, bir savaş mabedine dönüştü; kırmızı iplikler ve sis, paslı rayların üzerinde dans ederken, duvarlar Kan Qi’sinin titreşimiyle sarsılıyordu. Adam hızlıydı, ama Wei Lian bir avcıydı. İplikleri, adamın bileklerine dolandı, onu bir an için sabitledi. Ama adam, bir çığlıkla Kan Qi’sini patlattı; kırmızı sis, iplikleri dağıttı ve Wei Lian’ı tünelin duvarına savurdu.
Duvara çarparken nefesi kesilirken, Wei Lian’ın gözleri adamın kolundaki bir detaya takıldı: kırmızı bir dövme, ejderha sembolü, içinde “lanet” ve “kırılma” hanzi’leriyle. Cesedin yanındaki sembolle aynıydı. Bu, bir tesadüf olamazdı. “Baek Ryu kim?” diye sordu Wei Lian, nefes nefese, ipliklerini yeniden çağırırken.
Adam sırıttı, dişleri kanla lekeli. “Baek Ryu, lanetin efendisi. Senin kanını biliyor, gölge avcısı. Ve o, seni kıracak.” Sözleri, bir kehanetin yankısı gibi tünelde yankılandı. Ama tam Wei Lian ipliklerini savuracakken, bir siren sesi geceyi yırttı. Polis ışıkları, tünelin girişinde belirdi. Hye-jin’in ekibi, yine çok yakındı.
Adam, gölgelerde kaybolurken son bir fısıltı bıraktı: “Lanet seni bulacak, gölge avcısı. Ve Baek Ryu, onun zincirini tutuyor.” Wei Lian, dişlerini sıktı; Kan Qi’si, damarlarında çıldırıyordu, onu daha fazla kana çağırıyordu. Ama sirenler yaklaşıyordu. İpliklerini geri çekti, tünelin çatısına sıçradı ve karanlığa karıştı. Ancak zihninde, adamın dövmesindeki “kırılma” hanzi’si bir şifre gibi parlıyordu. Kızıl Tarikat, bir tarikat değil, bir labirentti. Ve Wei Lian, onun kalbine doğru çekiliyordu.
Yorumlar
(0)Bölüm Nasıldı?
Yorum yapmak için lütfen giriş yapın.
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!